15 Haziran 2008 Pazar

EDİNBURGH ANEKTODLARI

Kasvetli havasına rağmen sevdiğim şehir..
Uçaktan iniyoruz ve işte yine yağmur yağıyor. Şehir merkezine ulaşmamız ile oteli bulmamız arasındaki zaman çok değil fakat saat 11 den önce odalarımıza yerleşemeyeceğimiz için çantalarımızı bırakıp çıkıyoruz. Sabah saat 5 de yola çıkmamız sebebiyle üzerimi değiştirmek için uğraşmadığımdan pijamalarımla üzerimde montum Edinburgh sokaklarında dolaşıyoruz.
Otelimiz eski şehir bölgesinde ve kalenin hemen alt tarafında. Gezerken gördüğümüz mimari adamların yapılarına ne kadar önem verip koruduklarını gösteriyor. Otelimizin hemen yan tarafında maskeler, şaka ürünleri, kostüm v.b. ürünler satan bir dükkan var ama henüz açılmamış, Buraya öğleden sonra muhakkak uğramalıyız! İskoçya’da olup da viski satan dükkanların bu kadar çok olmasına şaşırmak imkansız. Normal şişelerde olduğu gibi ufak hediyelik şişelerde de satış yapıyorlar. Biraz ileri de gothic kıyafetler satan bir mağaza, satıcı çocuk Jack Sparrow kostümü giymiş, hemen tül eteklerin olduğu bölüme bakıyorum, eldivenlere, takılara, yüksek tabanlı ayakkabılara.. Kendimi çok kaptırmamak için bir tül etek ve kurukafalı bluz alarak çıkıyorum. Hemen yan dükkandan da iki kolye aldım mı olay tamam. :) Otele döndüğümüzde bir süre dinlenerek duş alıp çıkma konusunda anlaşıyoruz. Serkan’ın geziye çıkarken söylediği beklemeyi hiç sevmem umarım geç hazırlanmıyorsundur lafını her seferinde önce hazırlanıp kapısına dayanarak iade ediyorum. Kısıtlı olan zamanımızı boşa harcamamak adına önce yemek yiyecek yerler bakınıyoruz, Türk isimli cafeler çarpıyor gözümüze. Bir tanesine Türkçe konuşarak dalıyoruz. Ooo hoş geldiniz diyorlar hemen sıcakkanlı misafirperver Türk insanı olarak. Üşüdük çorba yapıyor musunuz diyoruz. Mercimek çorbaları geliyor önümüze. Ardından kısır ve dürümden oluşan bir tabak. Muhabbet ede ediyoruz orada ki yaşamı soruyoruz. Biz de kalsak yapabilir miydik diye belkide..
Soğuk hava ve karanlık gökyüzü altında Edinburgh Kale’sini geziyoruz. Mumdan heykeller, dekoratif eşyalar, ışık ve sesli gölge oyunları arasında zindanları, müzeleri ve diğer bölümlerini geziyoruz. Herşey o kadar gerçekçi ve ince bir düşüncenin eseriki hayran olmamak mümkün değil.
Dokuma fabrikasındayız. İskoç etekleri, battaniyeler, kumaşlar satılıyor. Yol üzerinde hediyelik eşya dükkanları sıralı. Tabiî ki buraya gelip de özelliğini yansıtan bir ürün almadan dönmek olmaz. Hepsini tek tek gezdikten sonra kardeşimin siparişi üzerine ona gayda alıyorum. Aldığımız yerdeki adam Türkiye’den geldiğimizi öğrenince “sizin oralarda buna düdük diyorlar” diyor sevimlice. Yol üzerinde eski şehir ile yeni şehir arasında 1 kişi görüyoruz sadece yöresel kıyafetleri ile gayda çalarak para toplayan. Köylerinde yöresel kıyafetlerin hala olduğu ama şehirde böyle kişilerin kalmadığını öğreniyoruz.
Edinburgh’un özel yemeği var mı acaba? Akşam yemeği için yer ararken Chocolate soop’un önünden Serkan’ı çekiştire çekiştire geçiyorum. Önce yemek, sonra tatlı. Kolaya kaçıyoruz ve Pizza Hut’a giriyoruz, Türkiye’de olmayan birkaç tat denedikten sonra çok doyduğumuza ve çikolata çorbası içmeye yerimiz kalmadığına karar veriyor, ertesi sabah kahvaltıyı bu mekanda yapmak üzere anlaşıyoruz.
Bütün gün yorulduğumuz için seyahatimizde akşamcılığımız pek yok ama gittiğimiz heryerde bir akşamı bar/cafe faslına ayırıyoruz. Edinburg gecelerine akmak için gözümüze birkaç mekan kestiriyoruz. Frankenstein bunlardan biri. Üst katta bar biçiminde dizayn edilmiş balkonda oturup birer bira içiyoruz. O esnada önümüzde bir hareketlenme oluyor. Duvardan yatar halde Frankenstein çıkıyor, doğruluyor, etrafa bakıyor, birkaç dakika sonra içeri giriyor. Oradan çıkıp ileride başka bir puba giriyoruz. Birkaç farklı bira denetiyor barmen, bir tanesini sipariş ediyor ve içtikten sonra geceyi noktalıyoruz.
Aklımız bir önceki gün içemediğimiz chocalate shoup da. Kahvaltı için soluğu aldığımız mekanda birer kase sıcak çikolata ve birer kruasan alarak güne tatlı tatlı başlıyoruz. Önceki gün bar kapısında karşılaştığımız ve bizi dakikalarca esir alan İskoç hatunun yer altı şehrini gezmemizi tavsiye ettiğini hatırlıyoruz. Yöresel kıyafetler giymiş kızlar yüzyıllar evvel veba salgını varken şehri kurtarmak için hastaları içeride bırakarak üzerlerine yeni duvarlar örülmesi sonucu yeni bir yaşama başlandığını anlatıyor. Ara ara kişileri havaya sokmak için efektler veriliyor, içeride elektrik olmadığı için kullandığımız fenerler söndürülüyor, sürükleyici bir anlatımla herkesin ilgisi konunun üzernde tutulmaya çalışılıyor. Dar lağım akan sokaklar, mumdan hasta insan heykelleri ile gerçekçi bir hikaye anlatılmaya çalışılıyor.
Yeraltından doğruca Kraliçe’nin İskoçya’ya geldiği zaman kaldığı saraya gidiyoruz. Girişte birkaç dilde yayın yapan kulaklıklar dağıtılıyor. Her odaya girişte o oda ile ilgili bilgiler aktarılıyor. Takılar, kullanılan eşyalar sergileniyor benzeri diğer müzelerde olduğu gibi. Bir kilise ve Edinburgh Müzesi’ni de gezdikten sonra Braveheart’ın çekildiği dağı gösteriyor birisi fakat uçağa yetişmemiz gerektiğinden uzaktan bakıyoruz ve 2 günlük hızlandırılmış Edinburgh turumuzu tamamlıyoruz.

12 Haziran 2008 Perşembe

PARİS ANEKTODLARI

Dev tren garından dönüp dolaşıp kendimizi kurtarmamız Fransızların İngilizce’yi bilse bile konuşmak istememeleri sebebiyle zor oldu. En sonunda İngilizceyi gerçekten bilmeyen fakat yardım etmek isteyen şirin hatun kişi bizi elimizden tutup binmemiz gereken metronun bulunduğu perona kadar götürdü. Madeleine’deki otele ulaştığımızda oda anahtarlarını alırken görevlinin muzip gülüşünü odamı gördükten sonra anlamlandırmıştırm. Merdiven altında, penceresiz, yan tarafında asansör olduğu için kapısında sürekli hareket olan, tuvaleti bile olmayan, tuvalet ihtiyacı için üst kattaki ortak tuvaletin kullanılması gereken külkedisi odasıydı bu. Ama amacımız zaten uyuyacak biryer bulmaktı. Yani Serkan’ın ikiz yataklı, banyolu, tuvaletli, televizyonlu ve caddeye bakan odasını görene kadar kendimi bu şekilde avutmuştum. Serkan da bana odasından bahsetme konusunda biraz tereddüt etmiş, istemesede “istersen odaları değiştirebiliriz” diyerek nezaket göstermişti. Teşekkür ederek kaderime razı oldum. Çantalarımızı bırakıp, üzerimizi değiştirdikten sonra Paris’i de görmek üzere attık kendimizi soğuk Paris sokaklarına. Programımız kendiliğinden hatta daha iyi yönde gelişiyor, görmeyi ve yapmayı planladığımız şeyler peşisıra oluyordu.
Yolumuz bizi doğruca Eiffel’e götürdü. Civarında yaptığımız yürüyüş esnasında gezi teknelerini bularak sean nehri gezimizi ilk akşamdan yapmış olduk. Tekneden gördüğümüz manzara ise bizi buz gibi havada, uzun kuyruklar bekleyerek Eiffel e çıkmaya yöneltti. Kah asansör, kah merdiven ile zirveye ulaştık. Işıl ışıl Paris ayaklarımızın altındaydı. Yükseklik fobimi unutup, donma noktasına ulaşana kadar keyfini çıkardım.
Eiffel dönüşünde Paris’e ulaşıp ilk metro kullandığımızda olduğu gibi suratımızdan memnuniyetsizlik okunuyordu. Metroları pis ve ürkütücüydü. Gare De Nord – Gare De Lion ise en kötü istasyonlardı. Filmlerde gördüğümüz cinsten serseri tipli zenciler tedirginliğimi artırıyordu. Öyle ki akşamları metro ile dönerken Londra’da olduğu gibi keyifli değil kalabalık (Serkan, ben ve Yusuf Yusuf =)) dönüyorduk. Serkanın koluna sıkı sıkı yapışıyordum ve hızlı hızlı yürüyorduk. Londra kendimizi yabancı hissetmediğimiz kadar yabancıydık Paris’de.
Ertesi sabah park ve bahçe gezerek başladık turumuza. Öğle vakti Louvre Müzesindeydik. Piramit şeklindeki kapısından içeri girdikten sonra çıkmamız 5 saatimizi aldı. Turkish Bath, Monalisa derken resim odalarını, heykel odalarını seri bir şekilde gezdik. Arada soluklanlamak için terasda oturup kırmızı şarap eşliğinde gezi notlarımızı yazdık. İçeride ki ihtişam insanda büyülenmiş etkisi yaratıyordu. Gösterişli avizeler, aynalar..











Sonrasında yolumuz bizi Saint Chapel Kilisesine çıkardı. Şanslıydık içeride ayin vardı. Kendimize bir yer seçip izlemeye başladık. Koro, tütsüler, sakinleştirici bir ortam. Kilisenin ambiansını sevmişimdir hep.
Notre Dame Katedrali’ni gezdiğimizde henüz kulelerine çıkıldığını bilmiyorduk. İçerisini gezip oradan Latin sokaklarına geçmiş, oradan da Çiçek bahçelerinde alışveriş yaparak otelimize dönmüştük.
Veee büyük gün. Tatilimizin ilk gününden beri olduğu gibi bugünde sabahın köründe uyandık. Üstelik başka bir heyecanımız vardı Disneyland’a gidecektik. RER hattını kullanarak kapıya ulaşıyoruz. Kalabalık içerisinde en az kuyruk olan gişeyi gözümüze kestiriyor ve tabiî ki Türk mantığı ile ikimiz ayrı gişelerde kuyruğa giriyoruz. Gişede görevli soruyor stüdyolarıda gezecek misiniz? Bilmiyoruz ki..
İçeride oradan oraya koştururken zaman kazanmak için gitmeden öğrenmiş olduğumuz tiyolar sayesinde Fast Pass biletlerimizi de topluyoruz. Bir bindiğimize bir daha bir daha biniyoruz. Karanlık tünellerden geçerken flaşlar patlıyor, bindiğimiz her oyuncakda fotoğraflarımız çekiliyor ve çıkışında kapıda almak isteyenlere süslenip püslenip satılıyor. 3 bölümün hepsini geziyoruz saat 18.00 e kadar. Kapanış saatinden bihaber olduğumuz için 4. bölüme yetişemeyeceğimizi hesap edemiyoruz. Bizi son bölüme kapanıyor diye almak istemiyorlar ama bir fotoğraf çekeceğiz diye diye heryeri dolaşıyoruz. Atlıkarınca da fotoğraf çektiriyoruz. Disney karakterlerinin geçiş törenini kaçırdığımızı ise ancak İstanbul’a döndükten aylar sonra öğreniyorum. :( Çıkışa doğru yürürken alışveriş için dükkanları da geziyoruz. Ufak tefek hatıralar, hediyeler, Corpse Bride kupası alıyoruz. Bana kalsa girdiğim her dükkanı talan edeceğim fakat Serkan engelliyor, iyi ki tek gitmemişim. :)
Yorgunluğumuzun üzerine otelde bir duş alıp cici kıyafetlerimizi giyip akşam yemek için Champs-Élysées’e yürüyoruz. Gözümüze kestirdiğimiz şık bir restoranda keyif yapmayı hakettiğimize eminiz. Çorba+ana yemek+tatlı. Görevli hatuna domuz eti istemediğimi belirtiyorum ve siparişlerimiz geliyor. Küçük bir şişe kırmızı şarapla bu keyfi tamamlıyoruz. Restoran’a girer girmez Serkan sayesinde yaşadığımız komik olaya gülüyoruz gece boyunca. Görevli hatun üzerimizdekileri yanda bulunan ve dekorasyonun bir parçası olan kaşık şeklinde askılara asabileceğimizi söylüyor. Serkan ise kaşıklarla ne yapacağını bilemiyor ve soruyor Spoon?? :)
Paris’de son günümüze çantalarımızı otelin emanetine bırakarak hızla başlıyoruz. Gezimizin önceki günlerde eksik kalan kısımlarını Champs-Élysées’e ve Notre Dame Kulelerine çıkarak tamamlıyoruz. Notre Dame Kulelerine çıkarken çiseleyen yağmur kasvetli bir Paris görüntülememizi sağladı. Katedralin ünlü çanı "Emmanuel" i görüp daha önce çıktığımız tüm yükseltilerde heybetli bir şekilde karşımızda kalan Sacro Cuore’u görmek üzere hızla aşağıya indik. Sacro Cuore’da içeride fotoğraf çekmek yasak. Yine de çekmedik mi? Çektik. Sokak ressamlarının çizimlerine bakarken çilekli tartların cazibesine kapıldık ve yemek yemeye fırsatımız olmayacağı için de kaçırmadık. Oradan alınabilecek anlamlı bir hatıra adına sanatsal anlam içeren : ) bir tişört aldıkdan sonra turumuzu tamamladık.
Paris gothic elbiseler ve aksesuarlar satan mağazalar açısından zengin olmakla beraber fiyatlar makul olmadığı için aklımız kalarak sadece bakmakla yetiniyoruz.
Trenin hızını aklımızın almadığını yanından geçtiğimiz arabaları görünce anlamlandırmaya başladık. Cafe bölümünde, hızla giden trende camdan dışarıyı seyrederek bir şeyler yiyip içerken Paris’de geçen güzel anlarımızı gözden geçirdik.

11 Haziran 2008 Çarşamba

LONDRA ANEKTODLARI BÖLÜM 1



Otelimiz Turnham Green bölgesinde ki Chiswick Court Hotel idi. Gayet şirin görünümlü otelin odaları ufak olsa da isteğimiz gezmekten yorgun düşmüş bedenimizi dinlendirebileceğimiz bir yerdi.
Çantalarımızı bırakıp bir süre dinlendikten sonra vakit daha geç olmadan ilk keşif turumuzu yapmak üzere yola koyulduk. Ertesi sabah erkenden trenimiz vardı ve oraya nasıl gidileceğini öğrenmeliydik.
İlk durağımız Soho idi. İlk dikkat çeken ise biz palto ve atkılarımıza sarınmış gezerken Londra’lı hatunların mini mini entariler ve sandaletler ile geziyor olmasıydı. Soğuk ve yağmura alışkın yerel halk için sanırım makul bir hava sıcaklığı vardı. Kaybolmaya başlamadan evvel karnımızı dıyurmaya karar verdik ve ilk gün yer seçme kaygısından uzak meydanda ki Burger King’de aldık soluğu. Menü mü yiyelim, tek hamburger mi diye kendi aramızda söylenirken birden “bence bir menü bir burger alın” diye ses geldi karşımızdan. Türklerin heryerde olduğunun ilk kanıtıydı Buger King’de çalışan Sevcan.
Karnımız doyduktan sonra elimizde metro biletleri (sürekli kaybolup metroya binmemiz gerektiği için cebimize koymaya gerek kalmamıştı) yürü, kaybol, metro ile geri dön, tekrar yürü şekliyle keşfettiğimiz Covent Garden’ın Londra’da en sevdiğim yerlerden biri olacağını o an bilmiyordum. Yaptığımız kısa gece gezmesinin ardından ertesi sabah da erken kalkacağımız için otelimize geri döndük.
Sabah kızarmış ekmek kokuları arasında indik kahvaltı salonuna. Karnımız doyurup otelden ayrıldık. Yol üzerindeki kırtasiyeyi görünce birer notpad ve kalem almak geldi aklımıza, yaşadıklarımızı not almak onları unutmamamızı sağlacaktı. Ne demişler “söz uçar yazı kalır.”
Waterloo’da trenin kalkması için oldukça vakit vardı, böylece ufak bir tur atabildik. Köprülerde fotoğraf çektik, grafiti yapan çocukları ve yanlarında ki teyzeyi izledik, bol bol yürüdük. Gara ulaştığımızda önümüzdeki makinalarda kredi kartımızı sokarak biletlerimizi nasıl alacağımızı deniyorduk ki makina kartımızı yuttu. Panik halinde görevli bulduk ve görevli “yaramaz makina” şeklinde dalga geçerek kartımızı kurtardı ve diğer makinadan biletlerimizi aldık. 2,5 saatlik tren yolculuğumuzda kah uyuduk, kah sohbet ettik, kah etrafta konuşulanlara kulak misafiri olduk. Yolculuğun sonunda ise dev bir tren garı ve çeşit çeşit insan tipi ile karşılaştık. Nihayet Paris’e de adım atmıştık.