11 Haziran 2008 Çarşamba

LONDRA ANEKTODLARI BÖLÜM 1



Otelimiz Turnham Green bölgesinde ki Chiswick Court Hotel idi. Gayet şirin görünümlü otelin odaları ufak olsa da isteğimiz gezmekten yorgun düşmüş bedenimizi dinlendirebileceğimiz bir yerdi.
Çantalarımızı bırakıp bir süre dinlendikten sonra vakit daha geç olmadan ilk keşif turumuzu yapmak üzere yola koyulduk. Ertesi sabah erkenden trenimiz vardı ve oraya nasıl gidileceğini öğrenmeliydik.
İlk durağımız Soho idi. İlk dikkat çeken ise biz palto ve atkılarımıza sarınmış gezerken Londra’lı hatunların mini mini entariler ve sandaletler ile geziyor olmasıydı. Soğuk ve yağmura alışkın yerel halk için sanırım makul bir hava sıcaklığı vardı. Kaybolmaya başlamadan evvel karnımızı dıyurmaya karar verdik ve ilk gün yer seçme kaygısından uzak meydanda ki Burger King’de aldık soluğu. Menü mü yiyelim, tek hamburger mi diye kendi aramızda söylenirken birden “bence bir menü bir burger alın” diye ses geldi karşımızdan. Türklerin heryerde olduğunun ilk kanıtıydı Buger King’de çalışan Sevcan.
Karnımız doyduktan sonra elimizde metro biletleri (sürekli kaybolup metroya binmemiz gerektiği için cebimize koymaya gerek kalmamıştı) yürü, kaybol, metro ile geri dön, tekrar yürü şekliyle keşfettiğimiz Covent Garden’ın Londra’da en sevdiğim yerlerden biri olacağını o an bilmiyordum. Yaptığımız kısa gece gezmesinin ardından ertesi sabah da erken kalkacağımız için otelimize geri döndük.
Sabah kızarmış ekmek kokuları arasında indik kahvaltı salonuna. Karnımız doyurup otelden ayrıldık. Yol üzerindeki kırtasiyeyi görünce birer notpad ve kalem almak geldi aklımıza, yaşadıklarımızı not almak onları unutmamamızı sağlacaktı. Ne demişler “söz uçar yazı kalır.”
Waterloo’da trenin kalkması için oldukça vakit vardı, böylece ufak bir tur atabildik. Köprülerde fotoğraf çektik, grafiti yapan çocukları ve yanlarında ki teyzeyi izledik, bol bol yürüdük. Gara ulaştığımızda önümüzdeki makinalarda kredi kartımızı sokarak biletlerimizi nasıl alacağımızı deniyorduk ki makina kartımızı yuttu. Panik halinde görevli bulduk ve görevli “yaramaz makina” şeklinde dalga geçerek kartımızı kurtardı ve diğer makinadan biletlerimizi aldık. 2,5 saatlik tren yolculuğumuzda kah uyuduk, kah sohbet ettik, kah etrafta konuşulanlara kulak misafiri olduk. Yolculuğun sonunda ise dev bir tren garı ve çeşit çeşit insan tipi ile karşılaştık. Nihayet Paris’e de adım atmıştık.

1 yorum:

Berceste dedi ki...

O ayaklardakilere sandalet degil de Birkenstock dersek daha dogru olmaz mi ;-)

Ayni tarihlerde ben temelli dondugumu bilmeden 6 senelik UK yasamimdan Turkiye'ye gelmisim 2008 Mart'ta...