12 Haziran 2008 Perşembe

PARİS ANEKTODLARI

Dev tren garından dönüp dolaşıp kendimizi kurtarmamız Fransızların İngilizce’yi bilse bile konuşmak istememeleri sebebiyle zor oldu. En sonunda İngilizceyi gerçekten bilmeyen fakat yardım etmek isteyen şirin hatun kişi bizi elimizden tutup binmemiz gereken metronun bulunduğu perona kadar götürdü. Madeleine’deki otele ulaştığımızda oda anahtarlarını alırken görevlinin muzip gülüşünü odamı gördükten sonra anlamlandırmıştırm. Merdiven altında, penceresiz, yan tarafında asansör olduğu için kapısında sürekli hareket olan, tuvaleti bile olmayan, tuvalet ihtiyacı için üst kattaki ortak tuvaletin kullanılması gereken külkedisi odasıydı bu. Ama amacımız zaten uyuyacak biryer bulmaktı. Yani Serkan’ın ikiz yataklı, banyolu, tuvaletli, televizyonlu ve caddeye bakan odasını görene kadar kendimi bu şekilde avutmuştum. Serkan da bana odasından bahsetme konusunda biraz tereddüt etmiş, istemesede “istersen odaları değiştirebiliriz” diyerek nezaket göstermişti. Teşekkür ederek kaderime razı oldum. Çantalarımızı bırakıp, üzerimizi değiştirdikten sonra Paris’i de görmek üzere attık kendimizi soğuk Paris sokaklarına. Programımız kendiliğinden hatta daha iyi yönde gelişiyor, görmeyi ve yapmayı planladığımız şeyler peşisıra oluyordu.
Yolumuz bizi doğruca Eiffel’e götürdü. Civarında yaptığımız yürüyüş esnasında gezi teknelerini bularak sean nehri gezimizi ilk akşamdan yapmış olduk. Tekneden gördüğümüz manzara ise bizi buz gibi havada, uzun kuyruklar bekleyerek Eiffel e çıkmaya yöneltti. Kah asansör, kah merdiven ile zirveye ulaştık. Işıl ışıl Paris ayaklarımızın altındaydı. Yükseklik fobimi unutup, donma noktasına ulaşana kadar keyfini çıkardım.
Eiffel dönüşünde Paris’e ulaşıp ilk metro kullandığımızda olduğu gibi suratımızdan memnuniyetsizlik okunuyordu. Metroları pis ve ürkütücüydü. Gare De Nord – Gare De Lion ise en kötü istasyonlardı. Filmlerde gördüğümüz cinsten serseri tipli zenciler tedirginliğimi artırıyordu. Öyle ki akşamları metro ile dönerken Londra’da olduğu gibi keyifli değil kalabalık (Serkan, ben ve Yusuf Yusuf =)) dönüyorduk. Serkanın koluna sıkı sıkı yapışıyordum ve hızlı hızlı yürüyorduk. Londra kendimizi yabancı hissetmediğimiz kadar yabancıydık Paris’de.
Ertesi sabah park ve bahçe gezerek başladık turumuza. Öğle vakti Louvre Müzesindeydik. Piramit şeklindeki kapısından içeri girdikten sonra çıkmamız 5 saatimizi aldı. Turkish Bath, Monalisa derken resim odalarını, heykel odalarını seri bir şekilde gezdik. Arada soluklanlamak için terasda oturup kırmızı şarap eşliğinde gezi notlarımızı yazdık. İçeride ki ihtişam insanda büyülenmiş etkisi yaratıyordu. Gösterişli avizeler, aynalar..











Sonrasında yolumuz bizi Saint Chapel Kilisesine çıkardı. Şanslıydık içeride ayin vardı. Kendimize bir yer seçip izlemeye başladık. Koro, tütsüler, sakinleştirici bir ortam. Kilisenin ambiansını sevmişimdir hep.
Notre Dame Katedrali’ni gezdiğimizde henüz kulelerine çıkıldığını bilmiyorduk. İçerisini gezip oradan Latin sokaklarına geçmiş, oradan da Çiçek bahçelerinde alışveriş yaparak otelimize dönmüştük.
Veee büyük gün. Tatilimizin ilk gününden beri olduğu gibi bugünde sabahın köründe uyandık. Üstelik başka bir heyecanımız vardı Disneyland’a gidecektik. RER hattını kullanarak kapıya ulaşıyoruz. Kalabalık içerisinde en az kuyruk olan gişeyi gözümüze kestiriyor ve tabiî ki Türk mantığı ile ikimiz ayrı gişelerde kuyruğa giriyoruz. Gişede görevli soruyor stüdyolarıda gezecek misiniz? Bilmiyoruz ki..
İçeride oradan oraya koştururken zaman kazanmak için gitmeden öğrenmiş olduğumuz tiyolar sayesinde Fast Pass biletlerimizi de topluyoruz. Bir bindiğimize bir daha bir daha biniyoruz. Karanlık tünellerden geçerken flaşlar patlıyor, bindiğimiz her oyuncakda fotoğraflarımız çekiliyor ve çıkışında kapıda almak isteyenlere süslenip püslenip satılıyor. 3 bölümün hepsini geziyoruz saat 18.00 e kadar. Kapanış saatinden bihaber olduğumuz için 4. bölüme yetişemeyeceğimizi hesap edemiyoruz. Bizi son bölüme kapanıyor diye almak istemiyorlar ama bir fotoğraf çekeceğiz diye diye heryeri dolaşıyoruz. Atlıkarınca da fotoğraf çektiriyoruz. Disney karakterlerinin geçiş törenini kaçırdığımızı ise ancak İstanbul’a döndükten aylar sonra öğreniyorum. :( Çıkışa doğru yürürken alışveriş için dükkanları da geziyoruz. Ufak tefek hatıralar, hediyeler, Corpse Bride kupası alıyoruz. Bana kalsa girdiğim her dükkanı talan edeceğim fakat Serkan engelliyor, iyi ki tek gitmemişim. :)
Yorgunluğumuzun üzerine otelde bir duş alıp cici kıyafetlerimizi giyip akşam yemek için Champs-Élysées’e yürüyoruz. Gözümüze kestirdiğimiz şık bir restoranda keyif yapmayı hakettiğimize eminiz. Çorba+ana yemek+tatlı. Görevli hatuna domuz eti istemediğimi belirtiyorum ve siparişlerimiz geliyor. Küçük bir şişe kırmızı şarapla bu keyfi tamamlıyoruz. Restoran’a girer girmez Serkan sayesinde yaşadığımız komik olaya gülüyoruz gece boyunca. Görevli hatun üzerimizdekileri yanda bulunan ve dekorasyonun bir parçası olan kaşık şeklinde askılara asabileceğimizi söylüyor. Serkan ise kaşıklarla ne yapacağını bilemiyor ve soruyor Spoon?? :)
Paris’de son günümüze çantalarımızı otelin emanetine bırakarak hızla başlıyoruz. Gezimizin önceki günlerde eksik kalan kısımlarını Champs-Élysées’e ve Notre Dame Kulelerine çıkarak tamamlıyoruz. Notre Dame Kulelerine çıkarken çiseleyen yağmur kasvetli bir Paris görüntülememizi sağladı. Katedralin ünlü çanı "Emmanuel" i görüp daha önce çıktığımız tüm yükseltilerde heybetli bir şekilde karşımızda kalan Sacro Cuore’u görmek üzere hızla aşağıya indik. Sacro Cuore’da içeride fotoğraf çekmek yasak. Yine de çekmedik mi? Çektik. Sokak ressamlarının çizimlerine bakarken çilekli tartların cazibesine kapıldık ve yemek yemeye fırsatımız olmayacağı için de kaçırmadık. Oradan alınabilecek anlamlı bir hatıra adına sanatsal anlam içeren : ) bir tişört aldıkdan sonra turumuzu tamamladık.
Paris gothic elbiseler ve aksesuarlar satan mağazalar açısından zengin olmakla beraber fiyatlar makul olmadığı için aklımız kalarak sadece bakmakla yetiniyoruz.
Trenin hızını aklımızın almadığını yanından geçtiğimiz arabaları görünce anlamlandırmaya başladık. Cafe bölümünde, hızla giden trende camdan dışarıyı seyrederek bir şeyler yiyip içerken Paris’de geçen güzel anlarımızı gözden geçirdik.

1 yorum:

Unknown dedi ki...

Paris'i ne kadar özlediğimi hatırladım yazınızı okurken, gerçi yer isimleri ile ilgili ufak tefek hatalar var ama o kadar kusur kadı kızında da olur :) bu güzel yazı için teşekkürler
UA