16 Ağustos 2011 Salı

BALKANLAR- SARAYBOSNA- HIRVATİSTAN- MOSTAR- EYLÜL 2010

3 Eylül 2010- SARAYBOSNA
Türkiye’den Bosna Hava Yollarına ait saat 8’de bindiğimiz uçak Bosna saati ile 9’da iniş yaptı. Pasaport kontrolünden sonra araç kiralama şirketinden gelecek adamlarla park alanındaki Cola tabelası altında buluştuk. İstanbul’dayken yapmış olduğumuz görüşmelerde Ford Fiesta için anlaşmış sonrasında ellerinde kalmadığı için aynı fiyata bir üst model olan Ford Focus alacağımızı öğrenmiştik. Bizi bekleyen araç ise WV Passat idi. Koca bavulumuzu alacak kocaman bagajlı bir Passat! :) 3-13 Eylül tarihleri arası için 290 Euro ödedik ve İstanbul’dan getirdiğimiz navigasyon cihazı ve tarif sayesinde 11 günlük maceramıza başladık.
Saraybosna’da kalacağımız Guest House’ı bulmak içinse birkaç tur atmamız gerekti. Sonraları yolun yürüyerek daha basit olduğunu araba ile gitmeye pek uygun olmadığını anladık. Sokaklar dar olduğundan ve biz henüz tatilin başında yabancılık çektiğimiz için aracımızı güvenli olması amacıyla 2 gecesi 15 Euro olan bir parka bıraktık.
2 gece kalmak üzere 2 ranzalı, 4 kişilik odamıza yerleştik. Hostelde banyo ortak, mutfak yok. Küçük bir dinlenme ve bilgisayar odası mevcut. Sanıyorum 3 odası var ve hep doluydu.
Bosna sokaklarına çıktık, öncelikle turist bürosundan tanıtıcı broşür v.b. belgeleri topladıktan sonra civardaki en iyi burek yapan yeri sorduk. Gelmeden evvel ününü duyduğumuz bureki ilk kez tattık ve bağımlısı olacağımızı anladık.
Akşam yemeği içinse daha önceden okuduğumuz/duyduğumuz GS’lı futbolcunun köftecisini tercih ettik. 1’er porsiyon köfte yanında kaymak 1 karışık salata ve 1 domates salatası, 3 limonata bir su için 54 KM ödedik. Domates salatası dedikleri yuvarlak kesilmiş domatesler, karışık salata ise lahana ve yine kenarlarında aynı şekilde kesilmiş domatesten ibaret.
Yemek sonrası kahve keyfi içinse meydandaki kahveye girdik. Bos Kahve diye tanımladıkları bize gore bizim Türk Kahvemizden sipariş verdik. (Kahveler şekersiz olarak yanında şeker ve lokum ile servis ediliyor ve cezvelerde geliyor. Bir cezveden 2 fincan kadar kahve çıkıyor.) Akşam kalan zamanı nasıl değerlendireceğimizi düşünürken kahveci içeri giren arkadaşına bizi işaret ederek Türk olduğumuz söyledi. Gelen Arda isimli Bosna’da politika okuyan arkadaş ile yaptığımız ve Metal Müzik dinleyicisi olduğunu öğrenmemizle koyulaşan muhabbet birkaç saat sürdü. Kahveler ardından, çaylar darken mekanın kapanışına doğru hepbirlikte fotoğraf çektirip uyumak üzere buz gibi havada titreyerek hostele yol aldık.
Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası tanımı son dereye yerindeymiş. Tatil, güneş, deniz hazırlığı içerisinde gelen biz bu hava şartlarına uyum sağlayacak hiç kıyafet getirmemiştik. Birer ceket veya sweetshirt. Birdahaki sene bavula birkaç parça kazak konulacak!
İlk günü yiyip içerek ve Başçarşı’yı gezerek tamamladık. Yarın yakın çevreleri göreceğiz.
4 Eylül 2010- SARAYBOSNA
Tatilde erken kalkmak kuraldır zamandan kazanmak için ama benim gibi 6’da uyanmaya gerek yok. Şayet uyanırsanız birkaç saat arkadaşlarınızın uyanmasını beklemek zorunda kalırsınız.
Herkes kalktıktan sonra güneşli bir Bosna sabahına merhaba diyerek kahvaltı yapmak üzere burek yemeğe gittik. Önceki gün kıymalı burek yemiştim bu sefer patatesli yiyeceğim. Burek diye sadece kıymalı olana deniyor ve istenirse krem peynir yoğurt arası bir sos ile servis ediliyor. Burek 2,5 KM diğerleri 2 KM.
Bugün Cumartesi, bazı yerler yarım gün açık olduğundan programımızda ilk once yakın çevre gezisi vardı. Başçarşıdan yürüyerek Ulusal Müze’ye gittik. Giriş 5 KM. İçeride arkeolojik eserler v.b. ile arka tarafında botanik bahçesi var. Eserler bulunduktan sonra hanginin parçası olduğu nasıl anlaşılıyor merak ediyorum. Ancak bu müze bizi tatmin etmiyor. Belki de savaştan sonra elde ancak bu kadarı kalmıştır, bilemiyorum. Oradan tekrar yürüyerek merkeze gidiyor, arabamızı alıyor ve Savaş Müzesi olan Tunel’e gidiyoruz.
Tunel Müzesi savaş zamanında havaalanına yakın olduğu ve bodrum katı bulunduğu için havaalanı-şehir arasındaki asker, erzak v.b. geçişlerin sağlandığı Hırvat asıllı Boşnak bir çiftin evi. Girişte 20 dakikalık bir video gösterimi var. Evin altında bulunan 800 mt uzunluğundaki tünelin sadece birkaç metresi ve evin içerisi görülebiliyor. Boyu 1.60 mt olan tunelde ilerlemek şu an bile zorken savaş zamanında saatlerce yük ile buradan ilerlendiğini düşünmek hüzün verici. Müzede askerlere ait eşyalar, fotoğraflar, gazete küpürleri sergileniyor. Binanın dışı heryerde olduğu gibi mermi izleri ile dolu. Havaalanından merkeze giderken de onlarca binada halen savaşın acı izlerini görmek mümkün.
Ilıdcza’ya geçiyoruz. Burası tunele yakın bir park. Uzun iki sıra ağaç kaplı bir yürüyüş yolunun ardından ulaşılan içinde derelerin, ördek ve kuğuların, çocuk oyun alanları ve kafelerin olduğu keyifli ve yemyeşil bir alan. Yaklaşık 40 dakika süren yolu yürümek istemeyenler için faytonlar mevcut 15 KM. Biz sportif ve doğa sever kişiler olarak bu yolu keyifle yürüyoruz tabiki. Yolun sonunda pazardan aldığımız meyveleri yedikten ve dinlendikten sonra aynı yolu daha tempolu yürüyerek dönüyoruz.
Merkeze döndüğümüzde tepedeki mezarlığa çıkıyor, savaş zamanında devlet başkanlığı yapan kişinin mezarını ve mezarlığın ardındaki Türk kalesini ziyaret ediyor ve kuşbakışı şehir fotoğrafı çekiyoruz.
2. günün akşamında yemek tercihimiz pizza. Ardından börekçinin yanında bulunan çay aldığımız pastaneden pastalarımızı alarak çay kahve içmek için önceki akşam gitmiş olduğumuz mekana gidiyoruz.
Gün içerisinde yemiş olduğumuz dondurmanın daha ziyade krem şanti gibi olduğunu belirtmeden geçmeyeyim.
Saraybosna 2 gün içerisinde dolu dolu gezilebilecek bir şehir. Yeme içme fiyatları makul. Türklere karşı son derece sıcakkanlı olduklarını duymuştuk ama biz o kişilerle karşılaşamadık. Ayrıca ingilizce bilen oranı merkezde bile oldukça az. Adres sorduğumuz polisten, taksiciden tutun otoparkçısına kadar bilen yok. Son akşam yemek yediğimiz pizzacıda çalışan eleman hariç.
1 KM = 1 TL







5 Eylül 2010- HIRVATİSTAN- ZAGREB
Sabah eşyaları toplayıp hostelden ayrıldık. Artık bir Bosna klasiğimiz olan börekle kahvaltının ardından 1 kg böreği yanımıza alarak Zagreb’e gitmek üzere yola çıktık. Yol 6 saat sürdü. Yerleşim bölgelerinden geçerken hız sınırı 50 ye düşüyor. Yollarda trafik polisleri ellerinde hız tespit ediciler ile bekliyor. Bu yüzden dikkat etmekte fayda var.
Navigasyon cihazımız sayesinde kalacağımız Funk hosteli rahat bulduk. Saraybosna’da kaldığımız hostelden çok daha güzel ve temiz. Resepsiyondaki eleman girer girmez bize nereleri görmemiz gerektiği, nerelerde yemek yenebileceğini anlatıyor.
Elimizde harita yine düşüyoruz yollara. Haritadaki yürüyüş çizgisini takip ederek müze ve arşiv binasını, catedral gibi yapıların yerini tespit ediyoruz. Akşam olduğu için hepsi kapalı. Tavsiye üzerine oturduğumuz Nokturna isimli restoranın yeri kathedrale bakan sokakta. Dışarıdaki masalardan birine yerleşiyoruz. Siparişi almaları oldukça uzun sürüyor. Menüde çok seçenek olsada içinde ne olduğunu anlamadığımız şeyleri ve domuz eti yemek istemediğimiz için bildiğimiz tatlardan domates çorbası ve tavuk yemeği söylüyoruz. Uzun sure beklemek sinirlerimizi bozduktan sonra garsonun söylediklerimizi ters getirmesi üzerine tuz biber oluyor. İtiraz etmiyor yiyoruz, açız.
Akdeniz, Ege havasına sahip barlar sokağı upuzun ve café/barlar oldukça dolu. Sakin ve kahve içilecek bir yer beğenemediğimizden ve soğuk katlanılmaz bir hal aldığından hostele dönüyoruz.
6 Eylül 2010- HIRVATİSTAN- ZAGREB
Bir gün önceden Bosna’dan aldığımız börekler, marketten aldığımız çaylar ve kruasan ile yaptığımız kahvaltının ardından sokaklardayız. Müzeleri gezmemeye sadece şehir tutu yapmaya karar veriyoruz. Aslından Mimar Müzesi çok cazip geliyor ama bir gün önceki müze gezisi bizi mutlu etmediğinden ve zaman kısıtlı olduğundan vazgeçiyoruz.
Zagreb meydanı oldukça büyük. Pazar akşamı bomboş olsa da bugün oldukça canlı ve kalabalık. Müzik yapanlar, oturup onları izleyen muhabbet eden ve meydanda birşeyler atıştıranlar ile dolu.
Saat 12:00’de meydanda kravatlı kişiler turistlere 1,5 saat boyunca bedava şehiri gezdirmek için bekliyorlarmış ama biz bağımsız gezmek için onlara bakmıyoruz. Turist informationdan birkaç broşür alıyoruz, içlerinden biri tabiki bir metal bar broşürü. Kapıda gördüğümüz gezi treni ile yaklaşık yarım saat etrafı gezdikten sonra kathedrali ziyaret ediyoruz. Oldukça görkemli, içeride fotoğraf çekmek serbest. Dua edenler olduğu kadar bizim gibi ellerinde fotoğraf makinası ile gezenlerde mevcut. Ortada camdan tabut içerisinde rahip mumyası var. Bütün kathedrallerde olduğu gibi işlemeler v.b. on numara. Meydanda kurulan Dolac Pazarında dolaştık. Hediyelik eşyalar satan yerlerden birşeyler aldıktan sonra meyve sebzecileri öksüz bırakmadık. Barlar sokağından doğru Meryem Ana’yı yangından kurtaran kapıyı ve Marcov meydanında bulunan Kiliseyi görmeye gittik. Marcov meydanına finükülerle çıkmaya niyetli olsakda yol bizi buraya getirdi, bir baktık ki finiküler aşağıda kalmış. Kilise kapalı olduğundan ziyaret edemediğimizden civarı gezmekle yetindik.
Soğuktan donan bacaklarımızı korumak için mağazalarda deli gibi çorap ararken gördüğümüz ve listemizde öneriler arasında olan pastacıda pasta yedik, o kadar beğenmedik. Aslında dondurmaları mükemmel görünse bile bu havada dondurma yemek fikri içimizi üşüttü. Yinede pasta yerine dondurma öneriyorum.
Biraz tersden olsa da yemek yemek üzere bu sefer Nokturna’nın üzerindeki restoran olan Leonardo’ya giriyoruz. Tercihimiz spagetti ve pizza.
Şehirden ayrılmadan evvel metal barı bulmak üzere yeniden Marcov Meydanına doğru çıkıyoruz Meryem Ana kapısından çıkınca hemen sağdaki sokakta. İçeride birkaç kişi var pek bir özelliği yok biz girdiğimizde Metallica v.b. çalarken eşimin üzerinde Death tişörtünü görünce listeyi genişletiyor ve Death v.b. çalmaya başlıyorlar. Biraz müzik dinleyip kulaklarımızın pasını attıktan sonra çıkarken işletmeciye kendisi ile fotoğraf çektirmek istediğimizi söylüyoruz, şaşırsa da kabul ediyor ve bize gezeceğimiz diğer şehirlerde metal bar önelerilerinde bulunuyor. Sapığız metalci görünce dayanamıyoruz diyemiyoruz. :P
Arabaya dönüyor ve karanlıkta şehirden ayrılıyoruz. Şehirleri 1 güne sığdırdığımız için mutluyuz.








7 Eylül 2010- HIRVATİSTAN- PLITVICE
Plitvice.. Seyahate başlamadan evvel beni buraya götürmezseniz öldürün dediğim mekan. Ve ben midemi üşüttüğüm veyahut birşey dokunduğu için bütün geceyi uykusuz ve kıvranarak geçirdim.
Sara Guest House’a oldukça virajlı bir yoldan yaklaşık 1,5 saat gelerek ulaştık. Burası köyün içerisinde bir apart daire. 2 odası ve odalarında ayrı banyo tuvalet var.
Sabah altıda dışarıdan yağmur sesleri geliyordu, bütün gece uyuyamamanın verdiği yorgunluk hissi ile biraz daldıktan sonra gözlerimi açtığımda neyseki yağmur yoktu. Bitkin bir halde kalkıp hazırlandım ve kahvaltı için az ileride ki bir restorana girdik. Midemden ötürü ben kuru ekmek, çay ve kahveye talim ederken bizimkiler 3 kahvaltı tabağı ve 2 omleti hapur hupur götürdüler. 15 km sonra Plitvice’deydik. Oldukça kalabalık, turlarla gelenler çoğunlukta ve yaş ortalaması 60 :=) emekli olduktan sonra kendini gezmeye vuran tipik avrupalı amca ve teyzeler. Giriş için 110’ar KN ödedikten sonra alternative rotalardan Tekne turu ile başlayıp Tren/otobüs turu ile noktalananı seçiyoruz. Fiyata bunlarda dahil ama tekneye binerken biletlerimize cancelled kaşesi bastılar, sanıyorum bu birdaha binemezsiniz demek oluyordu.
Plitvice içerisinde gölleri, şelaleri ve mağaraları barındıran yürüyüş parkurları dinlenme alanları/tesisleri olan oldukça büyük bir park. Göllerin üzerinde yürüme imkanı sağlayan ahşap patika yollar görsellik anlamında da süper.
6 saat boyunca manzaranın büyüsüne kapılarak yürüyor, fotoğraf çektiriyor, mağaralara tırmanıyoruz.




Plitviceden ayrılarak Zadar’da yer ayırttığımız Denis’e doğru yola çıktık. Hava kararırken Zadar’a 6 km uzaklıktaki Bibinje’de bulunan apart dairemize ulaştığımızda kapı duvardı. Sağa sola bakıp alt katta bulunanlardan yardım isterken yan evden bir teyzenin sürekli dışarı çıkıp bizi gözetlediğini bu arada elinde ki telefonlar bir yerleri aradığını gördük. 2 seçenek vardı ya bize yardımcı olmak için kalacağımız evin sahibini arıyor ya da bu tiplerde kim evimin önünde diyerek polisi. :) Sonunda ev sahibini aradığını ve bize yardımcı olmaya çalıştığını anladık. Yapılan telefon görüşmesi sonucu Denis’de kalamayacağımızı zaten su sıkıntısı olduğunu telefonda çemkiren teyzeden öğrendik. Yardımsever teyze Hırvatca birşeyler söylüyor biz Türkçe karşılık veriyor, anlaşmaya çalışıyorduk ki Franjo gelerek bize yardımcı oldu ve kendi evini ayarladı. Ev dışarıdan cazip görünmese bile içi son derece temiz ve yeni. İlk kalan kişilerden bile olabiliriz. Biz birşeyler almak üzere markete giderken onlarda evi hazır etti ve gecemizi burada geçirdik.
8 Eylül 2010- HIRVATİSTAN- ZADAR- SİBENİK- SPLİT
Sabah denize girecek hava olmadığından yürüyüş yapıp kahvaltılık alışverişi yaptıktan sonra döndüğümüzde uykucu kocaları uyanmış ve masada hazır beklerden görünce mutlu olduk.
Zadar’da kilise ve deniz orgunu gezdik, kuleye çıktık. Kilisenin girişi 12 KN diğerleri kuleden şehire bakmak istedikleri için onu tercih ettiler bense ikisini de görmek istediğimden kuleden sonra kiliseye tek girdim. Lakin kilisenin içerisinde para verip görmeye değer birşey bulamadım. Kuleden ise şehri fotoğrafladık. Deniz orgu dalgaların asfaltta bulunan deliklere vurması ile rüzgarla birlikte orgdan çıkan sese benzer bir ses çıkarması sebebiyle bu ismi almış.




Zadar’dan Sibenik
Sibenik tarih kokan sokakları, taş evleri, yeşil panjurları ile küçük ama sevimli bir yer. Güzel sokaklarında kısa süreli bir yürüyüş yapıp fotoğraf çektirdikten sonra programa uymak adına çok oyalanmadan Split’e doğru yola çıktık. Aslında Sibenik daha uzun vakite geçirmeyi hakedecek sevimlilikte.





Split
Merkeze çok yakın Dalmatian Villas’da kaldık. Konum itibari ile güzel olan otelimiz imkanlar itibari ile tatmin etmedi. 2 kişilik odayı bize 4 kişi diye vermeleri ve sıcak su sıkıntısı yaşanması 2 gece kalacağımız Split’de hoşa gitmeyen bir başlangıç olmuştu.
Yerleştikten sonra karnımızı doyurmak üzere restoran/café v.b. bakındık. Kararsızlığımızdan ötürü yine fast food yapan küçük bir dükkanda ekmek arası köfte, hamburger yedik. Bu tarz fast food/pizza dükkanlarının yanında sokakta Eminönü usulü balık ekmek yapan bir yer ile birsürü küçük börek dükkanı var. Meydan şeklindeki avluda yapılan canlı müzik eşliğinde oturup uzun bir sohbet eşliğinde kahvelerimizi içtik ve ertesi sabah Hvar’a gideceğimiz iskele için keşif turu yaptık. Kordon’da yaşları 18-20 arası olan bir grubun verdiği konseri izledik. Zadar’da gittiğimiz metal barda tavsiye edilen barı aradık fakat bulamadık. En sonunda çalıştığı mekanı kapatan uzun saçlı bir elemana yanaşarak yakınlarda metal bar olup olmadığını sordum. Hımmm metal bar diye süzdükten sonra arkada bir tane var Panchos dedi. Onu gördüğümüzü fakat bize tavsiye editen barın orası olmadığını söyledik. İsmi söylediğimizde eleman “burası” dedi. İnanmak zor olsa da aradığımız mekan orasıymış ama tavsiye eden dayı yalnış biliyor olacak ki metal bar ile pek ilgisini göremedik. Sorduğumuz eleman beklerseniz işim bitince başka bara beraber gideriz, ben istediğiniz şarkıyı çaldırırım diye ufaktan bize asılırken biz teşekkür edip kocalarımızın yanına kaçtık ve biraz daha dolaştıktan sonra otelimize döndük.


9 Eylül 2010- HIRVATİSTAN- HVAR ADASI
11’de kalkan feribot ile Hvar adasına gittik. 1 saat 40 dakika sonra adaya vardığımızda bizdeki gibi başka adalara da uğrayarak gittiğini düşündüğümüzden once yerimizden kımıldamasak da doğru yerde olduğumuzu kiralık oda tabelaları taşıyan kadınların ellerindeki dövizlerden anladık. Bayramın ilk günü olduğu için postaneden kart alarak ailelerimizi aradık.
Meydandaki turizm bürosuna en yakın ve güzel plajı sorduğumuzda yürüyerek 10 dakika ileride bir plajı tavsiye ettiler. Küçük ve çakıllı plajda şezlonglar 40 KN. Biz havlularımızı serdik ve havanın biraz serin olması sebebiyle çekinerek kendimizi Adriyatik Denizine bıraktık. Buz gibi Adriyatik bici kucakladıktan sonra kendisi ile çok asir neşir olamayacağımızı anladık. Kısa süreli yüzme faslının ardından tepedeki kaleye tırmandık.
Kaleye giriş ücretini hatırlamıyorum ama biz girmeye gerek görmedik. Saat 7’de Stari Grad’dan kalkacak feribot ile döneceğimiz için o bölgeye giden otobüsü beklemeye başladık. Yanımıza yanaşan birisi aynı fiyata (25 KN) dolmuşu ile götürebileceğini söyleyince kabul ettik. İndiğimiz yerden Stari Grad’a patikavari bir yoldan yürüyerek 20 dakikada gidiliyordu. Buraya koca bavullarla gelenlerde aynı şekilde mi ulaşıyor merak ediyorum. Küçük bir restoranda (ki içeride Is this Love, Pink Floyd v.s. çalmasını sevdim) yemek yedik. Buralardan balık yemeden dönmemek ve pizza v.b. hamurlardan sıkıldığım için küçük balık tabağı söyledim. Ama karşılaştığım hamsiden küçük ve temizlenmemiş kızarmış balıklar karşısında hüsrana uğradım. Birkaç tane yedikten sonra masadaki diğer aperatiflerden atıştırmayı ve Emre’nin kalamarından araklamayı tercih ettim.
Stari Grad’da benim giremediğim ama bayıldığım çok güzel bir koy var. Ormanın yeşilliği denize vurduğu için deniz daha çok göl gibi görünüyor. Durgun, berrak, yeşil.. Kesinlikle tavsiye ediyorum.
Ada ile ilgili ikinci Ibiza olma yolunda v.b. yazılar okumuştuk ama biz mevsimden de olabilir gayet sakin bir yer ile karşılaştık. Bir tek Stari Grad’da konser veriliyordu ve 15-20 kişi onları izliyor birkaç kişi dans ediyordu.
Dönüş feritotumuz geldiğimiz katamarandan kat kat büyük içine girdiğimizde feribotdan daha lüks bir yer izlenimi veren konforlu bir araçtı. Ben 2 saat süren yol boyunca uyudum.





10 Eylül 2010- HIRVATİSTAN- SPLİT- DUBROVNİK
Yo yo bu bir kabus olmalı. Split'in daracık sokakların gezip alışveriş yapacağımız gün o tarih kokan labirent içerisinde fotoğraflar çekeceğimiz gün yağmur yağıyor olamaz. Bir cesaret burnumuzu sokağa uzatıyoruz aynen geri kaçıyoruz. Bu şartlarda Split'i görüp görebileceğimiz budur diyerek Dubrovnik'e gitmeye karar veriyoruz.
Dubrovnik girişindeki köprüye bakan noktada fotoğraf çekmek üzere durduğumuzda yanımıza Türk'müsünüz diye bir amca geliyor. Ya Türkçe biliyor ya alnımızda yazıyor. Kalacak yer arıyorsanız benim evim var diye haritada gösteriyor, götürebilirim hemen diyor. Kalacak yer ayarladığımızı söyleyip teşekkür ediyoruz, ısrarlı bünyeden kaçarak uzaklaşıyoruz.
Yol üzerinde market bulup kalacağımız yer için alışveriş yapıyoruz. Domates, peynir, çikolatalar, içecekler..
Milini'deki dairemize ulaşıyoruz. Bahçeli, geniş balkonlu, yeşillikler içerisinde 2 oda ve 2 banyosu olan şirin bir ev burası. Banyoları biraz küçük olsa bile iş görüyor. Eve yerleşip ayaküstü bakış attığımız Dubrovnik'e keşif turuna gidiyoruz.
11 Eylül 2010- HIRVATİSTAN- DUBROVNİK
Balkonda yaptığımız güzel kahvaltının ardından havayı güneşli görmenin mutluluğu ile yeniden yola çıkıyoruz. Dubrovnik- Milini arasında Dubrovnik'e tepeden bakabilmek ve fotoğraflamak için seyir terasları konmuş. Yukarıdan masmavi denizin ortasında surlarla çevrili şehre bakarak mest oluyoruz.
Merkeze vardığımızda etrafında dolaşıp manzarayı seyreylemek için sur turu satın alıyoruz. Surların üzerinde tek yöne hareket edildiği için takınıklık ve sıkıntı olmuyor. Denizin rengi, güzelliği, surların ortasında evlerin pencerelerine asılmış çamaşırlarla farklı bir anlam kazanıyor. :)

Denize bakan tarafta kayalıkların üzerine konumlanmış kafelerde birşeyler içenler ve denize girenlere imrenerek bakıyoruz. Turumuz bittikten sonra biz de kendimizi denize atacağız. Surlar üzerinde dinlenme noktalarından birinde taze meyve suyu içmek için oturuyoruz. Eşim portakal suyu istiyor ben limonata. Tabi yine sırf limon suyu geliyor yanında şeker ile. Sıcaktan bunaldığımız için biraz serinliyor, dinleniyor ve devam ediyoruz. 2 saatlik gezinin ardından surlardan iniyoruz. Arkadaşlarımız ile buluşup hemen denize girme fikri ile uzkaşıyoruz.


Sur manzaralı Dubrovnik plajı çok kalabalık olduğu için Milini'de eve yakın plajlardan birine gitmeyi tercih ediyoruz. Plaja gidip arabayı park edip denize girene kadar yağmur yağmaya başlıyor. Biraz önce kızdıran hava bize nasıl bir oyun oynuyor? Yine de sıkılmıyoruz, yağmurda denize girmenin keyfi başka diyerek atıyoruz kendimizi sulara. Yüzme ile aram çok iyi olmadığından kısa süreli deniz sefası ile yetinmem zor olmuyor. :)

Akşam yemek için bir gece önce Türkçe menüleri olduğunu gördüğümüz restorana gidiyoruz. Split'deki felaket balık maceramın ardından midem almayacağı için ben köfte söylüyorum, Mürsel et şiş, Emre ile Derya ise karışık deniz ürünleri tabağı.. Anlayacağınız Dubrovnik'te yapmak istediğim deniz ürünleri yüklemesini midem çabuk bozulduğu için yapamıyorum. Garson kız gidiyor sonrasında geri dönüyor. Türkçe menü istediğimiz için bizi uyarıyor et şiş domuz etinden oluyor diye. Sormak aklımıza gelmediğinden uyardığı için teşekkür edip menüden başka birşey ile değiştiriyoruz.


Canlı müzik yapan mekanlar, kalabalık, bayram sebebiyle her yerde Türk vatandaşları.. :)
Ara ara yağan yağmurda dolaştıktan sonra eve dönüyoruz. Beyler herzamanki gibi bilgisayar oyununa takılıyor biz dinleniyoruz.








12 Eylül 2010- KARADAĞ- KOTOR- BUDVA
Hava mis gibi ve biz turumuzun 3. ülkesi olan Kardağ'a doğru gidiyoruz. Karadağ'da ilk durağımız Kotor gezdiğimiz yerlerden çok farklı değil, kısa bir tur ile hakkından geliyoruz. Ardından plajı ile ünlü olan Budva..

Budva'da plaja bayıldığımızı söyleyemeyeceğim, beğenenlerinde nesini beğendiğini pek anlamadım, bildiğimiz halk plajı ve Milini'deki deniz buradan güzel. Ben Karadağ'ı beğenmedim, gidip görmek lazım o ayrı.
Karadağ dönüşü yemek için Dubrovnik'te sur dışındaki pizzacıya gidiyoruz. İçinde domuz ürünü olmayan karışık bir pizza istiyoruz ve önümüze mantarlı pizza geliyor. Burada şarküteri ürünleri bize göre değil anlaşılan :)


Meydanda papağanları sevdirerek para kazanan kıza yaklaşıyoruz. Normalde muhabbet kuşundan bile korkan ben koca papağanı elime alıyorum, öpücük bile atıyorum kendisine. Papağancık da beni öpmek istese ne yapardım bilmiyorum. Yurtdışında daha cesur olmamı seyahat aşkına bağlıyorum. Yükseklik korkusuna rağmen çıktığım kuleleri, surları, elime alıp sevdiğim papağanları başka bir şekilde açıklayamıyorum.






13 Eylül 2010- SARAYBOSNA- MOSTAR
Turumuzda göreceğimiz son yer olan Mostar’a uğramak ve oradan dönüş için Sarajevo’ya geçmek üzere erkenden uyanıp yola çıktık. Yol boyunca birçok kez pasaport göstermemiz gerekti.

Miniatürk’de minyatürüne bakarken bu kadar yakın olacağımı tahmin etmemiştim. Böyle bir tur ise aklımın ucunda yoktu. Şimdi köprünün üzerinde yürüyor, savaş zamanında yıkılışını gösteren belgeseli izliyorum. Yeniden kullanıma açıldığı zaman yapılan töreni, kutlamaları..

Köprünün civarı hediyelik eşya satan dükkanlarla dolu kendime ve kardeşime tutma yeri Mostar köprüsü şeklinde olan kupa alıyorum ve birkaç magnet.
Kahvaltımızı tadı damağımızda kalan burek ile yapalım diyoruz, burdaki Sarajevo’dan biraz farklı olsada kötü değil. Karnımız doyunca yürüyüş ile çevreyi gözlemliyoruz. Türk Evi, savaş zamanı yıkılıp yeniden yapılan cami, savaş mezarlıkları..
Köprünün hemen altında bulunan mekanda kahve içiyoruz. Suyun yanında olmak, böyle bir manzara dinginlik veriyor insana.
Bilindiği üzere (eski bir gelenek) evlenmek isteyen gençler Mostar Köprüsün’den suya atlarmış. Biz kahvelerimizi içerken köprünün üzerinde atlamaya hazırlanan birini görüyoruz, bir o yana bir bu yana yürüyerek bizi heyecanlandırıyor ama sonra atlamaktan vazgeçiyor. Köprüden atlamanın yasak olduğu düşünülürse bir görevli gelip uyarmış olabilir.
Keyifli gezimizin ardından, kalabalık ve dar sokaklarda son dakikalarımızı geçirip uçağa binip geri dönmek üzere Saraybosna’ya doğru yola çıkıyoruz.




Hiç yorum yok: